18 Kasım 2010 Perşembe

Dünya Basketbol Şampiyonasının Ardından Yazmıştım:)

FIBA 2010 Türkiye’nin ardından:
Koç Reeves’den Bogdan Tanjevic’e!

Yolu 70’lerin sonu, 80’lerin başına düşen kim hatırlamaz ki? Parke zeminin üzerinde heybetli yürüyüşüyle, uzun bacaklı, beyaz tişörtlü, elinde basketbol topu, yüzünden hiç eksik etmediği yarı alaycı gülümsemesi ve tabiî sık sık çaldığı düdüğü ile; Koç Reeves! Her biri ayrı sorunlarla boğuşan çoğunluğu Afrika kökenli Amerika’lı bir grup liseli genci takım haline getirip yaşamlarına anlam katan Koç Reeves. Babamın, derslerimin arasında izlememe izin verdiği tek tv dizisi; Beyaz Gölge. Canım babam, ilk iş mahallenin tüm çocukları oynasın diye evimizin giriş katında, sokağa bakan pencerelerinden birinin demirine güzel bir pota yapmıştı kendince. Aslında, daha çok da kardeşimle maç yapmak için kurmuştu bu potayı.

Yıl 2010; 5 Eylül Pazartesi, yağmurlu bir öğleden sonra İstanbul’daki Sinan Erdem salonu. Salona yaklaştıkça yağmur durmuş, güneş yok, dinç ve serin bir hava. Yolda yürürken hissettiğimiz “neresi burası, biz neredeyiz?” Büyük, temiz, iyi düzenlenmiş ama kalabalık bir alan. Kapılar açılmak üzere, bekleyen insanlar kibar, modern, her yaştan, pek çok ülkeden, özellikle sarışın ve uzun boylu yakışıklı adamlar, güzel kadınlar. Kuyrukta önümüzde İbrahim Kutluay ve Sine. Bir tek Murat Didin eksik. Evimizin belki de 15 gün boyunca konuğu olan en tanıdık yüzler. NTV’nin dışarıdaki platformunda gözlerimiz Murat Murathanoğlu ve çok uzun bir liste olacağı için ismini vermeyeceğim diğer yorumcuları da aradı ama göremedik. Maça gitme kültürü eskimiş olan ben, çantamdan çıkan makyaj aynasından çakıya kadar pek çok aksesuar ile kapıdaki özel güvenlik görevlileri ve polisleri hayretler!, arkadaşlarımı da utanç içinde bıraktıktan sonra salona daldık. Salonun büyüklüğü, dik ve yüksek yerleşimi, parkenin ve potaların şıklığı, 24 saniye panosu, takım panoları, basın ordusuna ayrılmış teknolojik alan, müthiş, her şey çok güzel…

Dillere destan olan Ankara seyircisinin bize emanet ettiği takımımıza İstanbul’daki ilk maçında bakalım biz ne kadar destek verebileceğiz derken; ertesi gün “İstanbul seyircisi yeterince desteklemedi” yorumlarını duyunca suçluluk içinde yıkıldık. Oysaki bize sorsalar bir mazeretimiz vardı; salon o kadar büyüktü ki ne kadar bağırırsanız bağırın etkisiz kalıyordu, keşke vuvuzelalarımızla gitseydik!

Gruplarından çıkamayan Dirk Nowitzki’siz genç Almanya takımı, yerini son anda 3 ayrı ülkeden koçun çalıştırdığı Çin’e bırakan Porto Riko, ve beklenmedik şekilde grubundan 2.çıkan 2 milyon nüfuslu basketbol ülkesi Slovenya ilk turun sürprizleriydi. Kimilerine göre asıl sürpriz İspanya’nın daha ilk maçta Fransa’ya yenilmesiydi, ama bana kalsa bu yenilgiden sonra İspanya’yı şampiyon bile ilan ederdim. (Bakınız FIFA 2010) En akılda kalan ve spor medyasını ayağa kaldıran grup maçlarından biri de Yunanistan-Rusya oldu. Rusya’nın koçu David Blatt’in şutör ve etkili bir oyun kurucu sıkıntısına ve nispeten kısıtlı bir kadroya rağmen sonraki eşleşmeleri hesaplamadan maça asılması takdire değerdi. Değineceğimiz son grup maçı ise ABD-Brezilya ; Brezilya’nın Arjantin’li koçu Magnano’nun ABD yi çözmek üzerine konumlandırdığını düşündüren koçluk felsefesi, kıran kırana ve müthiş seyirlik bir maça sebep olsa da, Brezilya takımının bu maçın olumsuz etkilerini daha sonra atamadığını söylemek yanlış olmaz.

Tarihinde ilk kez eleme grubuna çıkan Angola’nın, ABD maçı öncesi, süper koçlardan ABD koçu Kryzewski ve oyuncularının; “sahaya 5 kişi çıkan her takım eşittir ve kazanabilir” ayarındaki demeçleri de dikkatimizden kaçmadı. Eleme grubu maçlarından en akılda kalanı ve erken bir çeyrek/yarı final maçı olarak adlandırılan Sırbistan-Hırvatistan karşılaşması da disiplinli Avrupa basketbolunun en güzel örneklerinden biri oldu. 3 milyon nüfuslu bir diğer basketbol ülkesi Litvanya ise kendi evinde düzenlenecek 2011 Avrupa Şampiyonası öncesi iyi moral buldu. Genç takım, ABD ile oynadığı yarı final maçına kadar yenilgi yüzü görmedi.
Ancak, Arjantin’in 5.lik galibiyeti ile sonuçlanan İspanya-Arjantin maçına özel bir yer ayırmamak çok büyük haksızlık olur. Pau Gasol’ün basın tirübününden ülkesine yorumcu olarak katkı verdiği bir İspanya olsa da, her iki takımın altın nesli belki de son kez bu karşı karşıya geliyordu. Benzer ekollere sahip, oynadıkları kulüpler ile de birbiriyle rekabet etmeye alışkın süper basketbolcular hem maçtan keyif alıyor hem de sanki final maçı oynuyorlardı. Onları sahada izleyen seyirciler ne kadar şanslı olduklarını sanırım hiç unutmayacaklardır.

Takımımızın grup maçlarında başlayıp Sırbistan maçına kadar devam eden süreçte artık bir turnuva takımı olduğuna ikna olmamız hiç zor olmadı. 79 lular neslinin liderliğinde, 80 liler ile hayat bulan millilerin, şampiyonada neredeyse hiçbir takımın ulaşamadığı kenar potansiyeline sahip görüntüsü eminim pek çok koçu kıskandırmıştır. Giderek yükselen ivme Slovenya maçında 24 asist, 9 oyuncumuzun 2 şer basketi, % 63 lük 3’lük yüzdesi gibi bireysel ve takım potansiyelinin tavan yaptığı istatistiklere sebep olunca, ister istemez ABD ile final rüyamız başladı. Şahsen basketbol adına gördüğüm tek rüyaydı . 1891 yılında doğduğu ülkenin takımı ile oynamak. Bütün oyuncularımız yurt dışı takımlarda genelde adaptasyon sorunu yaşamadan, çalışarak, kendini geliştirerek oynayabildiğine göre takım olmayı başardıkları anda olabilecek bir rüyaydı…
2001 yılındaki Avrupa ikinciliğimiz, sonrasında dünya 6. ve 8. liğimiz basketbolumuz için net mesajlar veriyordu aslında. Yıllar öncesinden eleştirilen; geri koşamayan, atletik özellikleri yeterli olmayan, savunmayı ihmal eden, hücumda kısıtlı pozisyon yaratan takımın yerinde şimdi bambaşka bir takım vardı. Özellikle savunması, basketbolu bilenlerin açıklamakta güçlük çektiği alan savunması, karakteri olan bir takım.
Belki daha erken oynanacak bir Sırbistan maçı bizi finalde de olumlu etkileyebilirdi. Ne olursa olsun bireysel potansiyelleri en yüksek noktada olan ve gerektiğinde çok kolay takım olabilen bir ABD vardı karşımızda. NBA’in en genç sayı kıralı, çalışkanlığı ve disipliniyle tanınan Durant’lı bir Amerika. Ve sonuçta bu noktada yenilmek, yenmek gibi bir “durum”du sadece.

Takımımızın başına getirildiğinde sayılı koçlardan biri olan Tanjevic, haklı haksız bütün eleştirilerden ve 6 yıldan sonra veda ederken yine kürsüdeydi.

Basketbolumuza karakter katan herkese ama herkese teşekkürler. Ortak umudumuz, en büyük zenginliğimiz olan gençlerimizin her türlü takım ve bireysel sporda akıllı yatırımlarla yönlendirilmesi. 16.sı yapılan ve şu ana değin 4 tanesi Avrupa şehirlerinde oynanabilen dünya basketbol şampiyonaları muhtemelen bir 50 yıl daha buralara uğramayacak. Ama sanırım bizler takımlarımız peşinden çok yere gideceğiz.



Z.Asuman Dener
PSY’88
Basketbol İzleyicisi

20 Mart 2010 Cumartesi

Gördüklerim

IKSV nin yeni binası! Açılışına gidememiştim...Geçen hafta sonu uğradım, çok güzel. Şakir Bey sanırım bir STK için yapılabilecek en güzel şeyi yapıp tamamlamış son misyonunu...Mağazasında güzel armağan objeleri var, daha da çeşitlenebilir...
Sarkis'in dizaynı diye bildiğim avize ile karşılandığınız ana kapıdan etkinlik salonlarına ve 6.kattaki restorana çıkılıyor. Restoran çok güzel konumlanmış, hizmet güzel, yediğim kestaneli sufle çok aradığım gibi birşeydi. (Salonun bazı yerlerinde kullanılan siyah sandalyeler yerine daha sıcak bir model olsaymış)

Bu arada bir fırsat olursa Public ve Big Chiefs'de uğramak isterim...Ama asıl, Pera Müzesinden IKSV binasına yürürken İstanbul'un zenginliğini hissetmemek mümkün değil...Temiz ve parke taşlı sokaklar...Moda shop'lar..Kafeler...Eski binalar.

10 Mart 2010 Çarşamba

Şu Aralar En Beğendiklerim

Hüseyin Ç. sesi ile "Vogue" reklamı...
Bir de rengarenk hareketli ama sert olmayan geçiş ve akışı ile adidas ayakkabı reklamı...
İnce topuklu platform tabanlı parlak ayakkabılar...Babetler...Kemik rengi ile buz mavisinin birlikteliği..Gri ve yeşilin katmanlı kullanımı...

Yaşamdan

"iyilikneredebizoarada" nın ana kahramanı, bugün en yakınını sonsuza uğurladı. Basit bir aksaklık vesilesiyle göremedim kendisini ama dilerimki; "giden" sonsunsuzlukta, "kalan" da burada güzele ve mutluluğa kayıtlıdır...Sevgiler.


Resim hocamın bir anlık söylemi evde boya fırtınasına yol açtı...Koyu renk ahşapların çoğunu boyamak üzere bin çeşit renkte boya aldım sanırım. Bu akşam koyu kahve iki sehpamı kum beyazına çevirdim. Bakalım:) sabah neye benzediğini göreceğiz. Bakalım kaç ayda bitireceğim. Şu ara herzamankinden daha da çok işim var aslında, kitap okuyacak zaman bulamazken bunlar nasıl olacaksa?

İzlediklerim

Yine tersten seri film izleme hali...seviyorum zaten bu aradan girme hallerini. "Yumurta" yı izledim. "Süt"ü önce izlemiştim.
Şimdi farkettim "Dünya Sinaması" kuşağı birden "Türk Sineması" şeklinde anonsa mı döndü? Neyse, teşekkürler Semih K. ve diğer herkese. Ne güzel; kaygılı hayat ve çoklu ilişkilerden uzağa düşmüş bir film yapmışlar. İnsan her zaman bu sakinlikte olamaz, en azından ben her zaman bu seyir halinde olamıyorum. Bazen deli aksiyon, bazen karışık ilişkiler, tempo, hız, daha çekici. En son bu huzur ayarında izlediğim film 1-2 ay kadar önce ve bir uzakdoğu filmiydi, "4 mevsim" di sanırım adı, "kış" a denk gelen bölüm en beni alıp götüren oralara...donmuş gölcüğün ortasındaki inziva evinin dışında, yaşlı bilge, doğayla o kadar bütündüki ben de kendimi orada buluvermiştim. Bu akşam da bir sahne vardı, ön planda Ayla'nın sabahın ilk ışıklarında soğuktan kızarmış ama taptaze ve dinç bir yüzle baktığı..arkada kar mı çiğ mi olduğunu anlayamadığım boş alan. Çoçukluğumda vardı bu soğuk sabahlar, sakin, sessiz...Çok seviniyorum, serin, abartısız ama mutlu görüntüler izlemek istediğimde uzaklara gitmeme gerek kalmadı, teşekkürler.